17 Şubat 2022 Perşembe

Aşk

         Bazen kitap yiyorum. Hatta kitapların üzerinde yürüyorum. Uzun süre başıboş dolaşarak kendimi o sayfadan bu sayfaya fırlattım. Bu şehirde, kimsenin beni umursamadığı bu loş memlekette beni bir tek kitap okumak sakinleştiriyordu. Saatler akıp giderken, insanları izlerdim: Penceremin önünden geçip aceleyle işe koşturur, ya da dünyanın en önemli meselesi hakkında çok mühim görüşler ortaya atıyormuşçasına abartılı mimik ve jestlerle telefonda konuşurlardı. Hoş, virüsten korunmak için taktıkları o maskelerin ardında, yüzlerinin alt yarısını artık yalnızca hayalimde canlandırabiliyorum. Moralim bozukken bana dil çıkardıklarını zannediyorum mesela. Bazen de sebepsizce mutlu olduğumda, ya da sebepli, geleceğim o konuya, hafifçe gülümsüyor gibiler. Mona Lisa’nın gülüşü gibi, dudaklarının iki ucunda ufacık bir kıvrımlanma oluyor mudur tüm insanların? Sanmam. Şurada onunla ilgili bir kitap olacaktı. Eskiden yaşamımı raftan çekip aldığım kitaplar yönlendirirdi, günüm o seçimle şekillenirdi.

Yaz başında yine içimden kitabı açıp resme bakmak geçti. Susamış gibi kitaplığa koştum. Taptaze, ışıklı renkler… Sanki sayfadan Mona Lisa’nın resmini yaptırdığı günkü heyecanı fışkırıyordu. Bu gülüşte beni kendisine çeken bir şey vardı.  Oysa ne toplumsal normlara uygun bir güzellik vardı karşımda, ne de bu dünyada böyle bir mütevazılığı içtenlikle sevebileceğine daha önce inanmadığım milyonlarca insandan biri gibi hissediyordum. Ne yapıyordu bu resim bana böyle? Düşündüm, bulamadım. Düşünmemeye çalıştım. Başaramadım. Ertesi sabah kitabın kapağını yeniden açtım. Penceremin önünde sil baştan koşturmalar… Birden Mona Lisa’nın günlük yaşamında ne yaptığını merak ettim. Onu oyalayan etkinlikler nelerdi? Oyalanmak ihtiyacını duyabileceği denli boş zamanı kalıyor muydu acaba? Hava rüzgârlıydı, pencerenin kenarlarındaki boşluklardan dolan hava, odanın içini gizemli bir müzikle doldurdu. Şimdi Mona Lisa karşımda, elinde bir süpürge, dans ediyordu. “Hadi oradan! Zengin bir kadının elinde süpürge ne gezer!” diye düşünüp, güldüm kendime. Sandalyemden kalkıp pencereye doğru yürüdüm.

Bilmiyorum ki, ne yapıp edip konuyu dağıtma sebebim nedir. Tamam tamam. Biliyorum. Yalnızca itiraf etmek için biraz daha zamana ihtiyacım var. Belki birkaç dakika... İtiraf etmek istemediğim şeyi düşününce bile kalp atışlarım hızlandı zira. Birkaç kez daha pencerenin önünden insanlar aksa, birkaç kez daha elinde süpürge gözlerimin önünde dans etse? En sonunda tüm kudretimle kendime açılacağım, gerçekten. Her zaman da böyle değildim üstelik. İnsanlarla birlikte geçirdiğim günler vardı. Birdenbire onlardan çektim kendimi. Fark ettim ki, kitaplar kederli zamanların olduğu kadar mutluluk dolu günlerin de yoldaşı. Üstelik beni incitmezler. Ama işte, üstesinden gelemedikleri bir konu var ki, o da…

Bütün yaz mevsimi pencerem açık kitap okudum. İnsan ve insanın sebep olduğu gürültüler kitaplarla ördüğüm dünyama sızacaktı ama hava sıcaktı, yapacak bir şey yoktu. Bu şehrin yazları çok zor geçiyor. Özellikle de evinden çıkmayan benim gibi biri için... Öyle ki kitapların üzerinde parmaklarımın bıraktığı yuvarlak ve ıslak noktalar oluşuyor. Öyle sıcak bir gündü işte; elimde kitabım, sandalyemde oturuyordum. Bir an geldi, gözlerimi kucağımdaki kitaptan kaldırıp penceremin önünde durmuş kitaplığıma bakmakta olan kadını fark ettim. Dudaklarının uçları… Kıvrılmış. “Mona Lisa!” diye fısıldadım. Ne dediğimi duyamayacak kadar uzağımda olmasına rağmen bana baktı ve gülümsedi. İki küçük kıvrım… Binlerce düşünce durdu, ıslak parmak izleri kurudu, elimdeki kitabı sandalyeme bıraktım. Heyecanla iki üç dakika kadar onunla çene çaldım. Kelimelerin ağzımdan ne kadar rahat çıktığına inanamıyordum. Kendimi onunla konuşurken duymak, bedenimden yükselip yukarıdan kendime bakmak gibiydi. Mona Lisa’nın dudaklarının kıvrımı işte bunu söylüyor olmalıydı. Bu karşılaşmanın yol açtığı sonsuz olasılıklar içinde kendimi duyumsadım. Havada yüzen bedenimin aşk anahtarıyla açıldığını, dudaklarımın aynı anda kıvrıldığını hissettim: Anlamıştım gizemini.

Sanki orada, o pencerede yıllarca yaşamı gözleyen ben değilmişim gibi, kendime ve yaşadıklarıma anlam vermeye başlamıştım. Okuduklarım, yaşadıklarıma dönüşmüş ve tüm o öyküler, masallar ve sanatlı sözlerden akıp toplanan olağanüstü ilhamın ertesinde kalbimi çalan Mona Lisa’mı bulmuştum. Az sonra kapı çalacak ve açtığımda karşımda onu göreceğim. Yüzünde ilk bakacağım yer dudaklarının iki ucu olacak.  Yalnızca sizin anlayacağınız tarifsiz bir hisle…

 

1 Haziran 2017 Perşembe

NEW MEXICO’DAN KARS’A FOLK ART ve ETNOGRAFYA



       20. yy başında adını duyuran “Arts & Crafts” hareketi, “halk sanatı” diye tereddütle çevirebileceğimiz “folk art” kavramı ile modernizmin etkileşimi olarak tanımlanıyordu. El sanatlarını “endüstrileşmenin panzehri” olarak sunan bu hareket, Avrupa halk sanatından motifler almıştı. Hatta 1930’ların öne çıkan düşüncelerinden biri, Amerikan modernizminin temelini Avrupalıların avant-garde’ının değil; Amerikan halk sanatının oluşturduğu yönündeydi. 1930’larda açılan ilk sergilerle Amerikan yüzyılının üzerindeki “dünya halk sanatı” etkisi ortaya konmuş oluyordu. Tam da Precisionist ressam Sheeler’in Amerikan antika ve halk sanat eserleri koleksiyonerliği yaptığı ve eserlerine bunları yansıttığı yıllarda;  1929’da ilk tesisat, hırdavat vb. sergisi açıldı. Bu iki sergi de yeni bir dünyanın, kültürün artistik kimliği doğrudan etkilediği alternatif bir sanat dünyasının parçasıydı.
            Halk sanatının kilit ismi Alexander Girard, 1950-60’ların meşhur mobilya tasarımcısı Herman Miller için de anahtar isimlerdendi. Onun mobilya tasarımcılığı yaptığı yıllarda alışılageldik müzelerden farklı şeyler biriktiren bir müze; Uluslararası Halk Sanatı Müzesi,  New Mexico, Santa Fe’de kuruldu (1953). Bezler, tahtalar, kâğıtlar, kil, metâl vb. mâlzemeler toplayan bu müzenin kurucusu Florance Dibell Barlett, müzenin kuruluş sebebini şöyle belirtmişti: “Zanaâtkârın sanatı dünya halkları arasında bir köprü oluşturacaktır.”[1] Art & Crafts’ın ibadethanesi böylece Museum of International Folk Art (MOIFA) oluyordu ve manifestosunda zanaatkârlığa modernist bir açılım getirerek onu farklı bir şekilde yüceltmekteydi.
            Rota biraz geriye çevirerek, İngiltere merkezli 19. Yüzyıl kültürel sömürgeciliğinin zirvede olduğu zaman dilimi hatırlanırsa; kültürel sömürgenin bilimsel zemîne oturmasına bir maşa görevi görsün diye yaratılmış antropoloji alanının, “ilkel” ve “yabanıl” kavramlarına vurgusu gözlerden kaçamaz. Bütün sivriliğine rağmen 20. Yüzyıl’ın ortasında hâlâ “ilkel halkların” antropolojisinden bahsedilebilirken, “modern insanın” yaşam biçimi yüceltiliyordu.[2] Bu yaşam biçimi ise kuşkusuz Batı terbiyesi almış ve onun dînî ögelerini taşıyan özellikteydi. Bugün örneklerini hâlâ görebiliyoruz. Ancak bu durum muhaliflerini de kendisiyle birlikte yaratmakta gecikmedi: 20. Yüzyıl’a gelindiğinde toplumların geleneksel sanat formlarını yansıtmada, kültürel kimliği öne çıkaran bakış açısının özlemle yeniden kurmaya çalışmaları şaşılacak bir durum değildi.
            “Etnograf Olarak Sanatçı” başlıklı yazısında Sibel Yardımcı’nın alıntıladığı üzere Hal Foster, Bertolt Brecht’in sanatçıyı proleterya ile aynı safta olmaya çağırışına yeni bir açılım getirir:[3] Sanatın tekniğini dönüştürmenin, proleteryanın yanında yer almaktan farklı olduğunu söyler. Bu noktada MOIFA’nın oluşturulmasındaki temada göze batan bir özelliğe değinmek isterim. Küratörleri MOIFA’yı geleneksel materyâlle donattıkları kadar, bu materyâlin yerini alan çağdaş versiyonlara da yer vermeyi ihmâl etmemişlerdi. Estetiğin iletilmesi noktasında bu olgu önem kazanırken, kültürün tıpkı dil gibi yaşayan kısımlarını hissetmenin sırrı bu tür bir icraatta saklıdır. Antropolojinin kutupları vurgulamaktan uzaklaşarak “insan bilimleri” anlamı kazanması da, bu şekilde yeniden oluşturulan toplumsal değerler ve uygulanan yararcı politikaların sonucudur. Bu durumda tıpkı antropoloji gibi, etnik kavramı da yeniden yaratılmıştır: 14. Yüzyıl’da “putperest” ya da kabaca “bizden olmayan” anlamında kullanıldığı (gentile) İngilizce dilinde ethnic şimdi, üzerine pazarlar kurulan gelenek belirteci bir kelime hâline gelmiştir.[4] Bu nedenle etnografya kavramı da sürekli olarak yeniden tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır.
            1970’lerde etnografya, günlük hayat pratiğini araştırma alanı olarak algılanmaya başlar oldu.[5] Bugünse sosyal araştırmalara etnografik yaklaşım, yalnızca kültürel antropologların işi olmaktan çıkmıştır ancak disiplin olarak etnografya, antropolojinin çatısını üzerine almayı sürdürüyor. Yine de etnografyanın karmaşık tınısı, bana göre hem bir disiplin, hem bir metod, hem de elle tutulur bir “ürün” oluşundan ileri geliyor. Sonuçta, etnografya alanındaki etnografik bir çalışmanın ürünü etnik olanın kendisi değil midir? Etno – etnografi – etnik – etnografya sözcüklerini tüm bu anlamlarda, sınırları birbiriyle içine geçecek şekilde kullanıyoruz.
            Etnografların amacı kültüre “içeriden” bir bakış açısı sağlamaksa[6], “halk sanatı” folk art’ın “her günün sanatı” olarak tanımlanmasında ve MOIFA’nın bu alanı tanımlarken, toplum ve kültürden gelen geleneklerin kökünü oluşturduğunu belirtmesinde bir sakınca görmüyorum. Müzeye, zanaâtkâr bireylerin eserlerinin konulmasına karşı çıkan görüşlere de; sözkonusu bireyin yaratıcı yeteneği toplumun özgün kültürel kimliğini yansıtmakta ise bunun yapılabileceği şeklinde yanıt vermek istiyorum. Arkeolojik eserler de zamanının etnografik eserleriydi. Halk sanatçıları sanatlarını kimi zaman çıraklıkla, kimi zaman da resmî pratiklerle öğrenmektedir ve bu yüzden onların halk dışında bir zümreyi temsil ettikleri bana göre düşünülemez.
            Türkiye’de etnografya alanının yukarıdakilerden başka karmaşaları da bulunmaktadır: Etnografi, kimliğini çok kültürlülükten alan Kars gibi bir şehirde bile, o kimliğin bunalımından şiddetle etkilenir: Folk art ve etnografya kavramları üzerine düşünürken Türkiye’nin en doğusunda bulunuyorum. Kars Arkeoloji Müzesi’ndeyim. Müzenin ikinci katı “Etnografya Katı” olarak isimlendirilmiş. Etnografya katından birkaç vitrinin görüntüsünü zihninizde oluşturmak isterim: Kronolojik olarak sıralamam gerekirse, 17. Yüzyıl çakmaklı tabancaları, 18. Yüzyıl Türkmen yaşamından önemli ögeler (çadır çiti, tesi, çıkrık, kirmen vb.); 19. Yüzyıl’a ait hançer ve kamalar; 19. Yüzyıl sonlarına ait tüfekler… Bunun yanında, eser  sınıflandırmasında bir çeşni oluşturarak “altın kakmalı islâmî kılıç ve kamalara” rastladım. Hemen, etnografinin, çeşitli toplumsal grupların geleneksel sanat formlarını yansıttığını ve bunu yaparken etnik, kabîlesel, dinsel, mesleksel, coğrafî, yaşa ve cinsiyete göre sııflandırılmaya tabi tutulabileceğini hatırladım. Ancak bu kılıçların ait oldukları zaman dilimi belirtilmemişti. Bunun yanında, 250 yıldan uzun süre Kars’ın üç köyünde (Atçılar, Çalkavur ve Yalınçayır - Zöhrab) yaşamış olan[7] Malakanlar ve Don Kazaklarına, Terekeme, Azerî ve Kürt kültürüne ait ögeleri göremedim. Bahsi geçen “İslâmî yazılı kılıçlar” içinde de kent nüfusunun büyük bölümünü oluşturan Azerî ve Türkmen inancı olan Şiiliğe dair bir iz bulamadım. Kıyafetlerin sergilenişinde “Osmanlı” sözcüğünün açıklama olarak yeterli görülmesi –yalnızca kemerlerde “Kafkas” açıklamasının eklenmesiyle daha da kafa karıştırmaktaydı.
            Yalnızca belli bir kökene ve dîne mensup toplulukların eserlerini etnografya salonuna alıyoruz, düşüncesi; alt katı incelemeye başladığımda pekişmişti: Alt katın zihinsel görüntüsünü oluşturan eserler, Ani harabelerinden bulguların hemen yanında, 1970’te müzeye getirilen görkemli kilise kapıları ve Hristiyan ögeler (haç, çan ve ikonalar) yer almaktaydı. İlginç olmakla birlikte şaşırtıcılık sınırına varmayan diğer bir gerçekse, bu ikisinin tam ortasında, mevlevîlikte önemli bir şahsiyet olan Harakanî ile ilgili bilgilerin yer aldığı tablo ve türbesini tarif eden devasa haritanın yer almasıdır. Harakanî, 1033’te öldüğüne ve etnografya katında 20. Yüzyıl (dahil) eserleri gördüğümüze göre, Kars Müzesi’nin kronolojik bir sınıflandırmaya da; etnolojik bir sınıflandırmaya da gitmediğini, ikisinin eksik bir mix&match’ini yaptığını anlayabiliriz.
            Benim görmek istediğim tablo alt katta merdivenin  hemen başında başlayıp bitmekteydi: 



12. Yüzyıl’dan birer Selçuklu aslanı ve kitabesi, 19. Yüzyıl Osmanlı kitabesi ile yan yanaydı. Hemen yanında 16. Yüzyıl’a ait Osmanlı kitabeleri mitolojik bir hayvanın tasviriyle kol kola durmaktaydı. Antropologların sonraki işinin buradaki hikâyeyi yakalamak olduğunu düşünüyorum.  Sorulacak sorular şunlar olmalı: Etnografya müzelerinin (ya da “katlarının”) bu şekilde düzenlenmesinde baş aktör kimdir/kimlerdir? Müzede kendine yer bulamayan halk eserleri şimdi nerededir? Bizlerin bu yazıları, araştırma ve vurgulamaları her zaman halktan ayrı bir bölgede mi kalacaktır – müzeye konulmadığı için hiçbir zaman halkla buluşamayacak mıdır?
            Folk Art, dünya kültürlerini bir araya getiren yaratıcı kişileri, bağlantıları teşvik eder. Biz henüz yanıbaşında yaşadığımız topluluğun eserlerini ideolojik sebeplerle müzemizde sergileyemiyorsak, dünya kültürünün bir parçası olmamız gerçekten çok zor. 






[1] “The art of the craftsman is a bond between the peoples of the world.”
[2] Detaylı bilgi için incelenebilir: Anahtar Sözcükler, Raymond Williams, İletişim Yay. Anthropology başlığı
[4] Detaylı bilgi için incelenebilir: Adı geçen eserde Ethnic başlığı
[5] The Interpretation of Cultures, Clifford Geertz, Basic Books, 1973
[6] “insiders point of view”, A Simple Introduction to the Practice of Ethnography and Guide to
Ethnographic Fieldnotes, Dr. Brian A. Hoey, Marshall Digital Scholar
[7]  Kars’ta Bir Etnik Grup: Malakanlar’ın Toplumsal Yapısı, Orhan Türkdoğan, IQ Kültür Sanat Yay. Kitabının yayın bülteninden alınmıştır.


19 Nisan 2016 Salı

Teknoloji ve Meslek Beceri İlişkisi: Bir Paradoks ve Direniş Stratejileri - Prof. Dr. Ali Ergur Semineri

Prof. Dr. Ali Ergur'un 24 Mart 2016 tarihinde Barış Manço Kültür Merkezi'nde verdiği Teknoloji ve Meslek Beceri İlişkisi: Bir Paradoks ve Direniş Stratejileri seminerini dinlemek isteyen, azmodernkahraman@gmail.com adresine e-posta göndererek, ses kaydını benden alabilir.

Baalbek'in Yedinci Sütunu Feyruz - Prof. Dr. Namık Sinan Turan Semineri

Prof. Dr. Namık Sinan Turan'ın 17 Mart 2016'da İTÜ Vakfı Tesisleri'nde verdiği Baalbek'in Yedinci Sütunu Feyruz seminerini dinlemek isteyen, azmodernkahraman@gmail.com adresine e-posta göndererek, ses kaydını benden alabilir.

İstanbul Üniversitesindeki Yıldız Sarayı Koleksiyonu - Prof. Dr. Nurhan Atasoy Semineri

Prof. Dr. Nurhan Atasoy'un 31 Mart 2016'da İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü'nde verdiği İstanbul Üniversitesindeki Yıldız Sarayı Koleksiyonu seminerini dinlemek isteyen, azmodernkahraman@gmail.com adresine e-posta göndererek, ses kaydını alabilir.

28 Ocak 2016 Perşembe

Havadis

Patika Dergisi'nin 3 aylık yeni sayısında garip fikir adamı Ernst Cassirer'in kitabı üzerinden yazdığım yazıyı okuyabilirsiniz.
Patika Dergisi, çeşitli şehirlerde.