20. yy başında adını
duyuran “Arts & Crafts” hareketi, “halk sanatı” diye tereddütle
çevirebileceğimiz “folk art” kavramı ile modernizmin etkileşimi olarak
tanımlanıyordu. El sanatlarını “endüstrileşmenin panzehri” olarak sunan bu hareket,
Avrupa halk sanatından motifler almıştı. Hatta 1930’ların öne çıkan
düşüncelerinden biri, Amerikan modernizminin temelini Avrupalıların
avant-garde’ının değil; Amerikan halk sanatının oluşturduğu yönündeydi.
1930’larda açılan ilk sergilerle Amerikan yüzyılının üzerindeki “dünya halk
sanatı” etkisi ortaya konmuş oluyordu. Tam da Precisionist ressam Sheeler’in
Amerikan antika ve halk sanat eserleri koleksiyonerliği yaptığı ve eserlerine
bunları yansıttığı yıllarda; 1929’da ilk
tesisat, hırdavat vb. sergisi açıldı. Bu iki sergi de yeni bir dünyanın,
kültürün artistik kimliği doğrudan etkilediği alternatif bir sanat dünyasının
parçasıydı.
Halk sanatının kilit ismi Alexander Girard, 1950-60’ların
meşhur mobilya tasarımcısı Herman Miller için de anahtar isimlerdendi. Onun
mobilya tasarımcılığı yaptığı yıllarda alışılageldik müzelerden farklı şeyler
biriktiren bir müze; Uluslararası Halk Sanatı Müzesi, New Mexico, Santa Fe’de kuruldu (1953).
Bezler, tahtalar, kâğıtlar, kil, metâl vb. mâlzemeler toplayan bu müzenin
kurucusu Florance Dibell Barlett, müzenin kuruluş sebebini şöyle belirtmişti:
“Zanaâtkârın sanatı dünya halkları arasında bir köprü oluşturacaktır.”[1] Art & Crafts’ın
ibadethanesi böylece Museum of International Folk Art (MOIFA) oluyordu ve
manifestosunda zanaatkârlığa modernist bir açılım getirerek onu farklı bir
şekilde yüceltmekteydi.
Rota biraz geriye çevirerek, İngiltere merkezli 19.
Yüzyıl kültürel sömürgeciliğinin zirvede olduğu zaman dilimi hatırlanırsa;
kültürel sömürgenin bilimsel zemîne oturmasına bir maşa görevi görsün diye
yaratılmış antropoloji alanının, “ilkel” ve “yabanıl” kavramlarına vurgusu
gözlerden kaçamaz. Bütün sivriliğine rağmen 20. Yüzyıl’ın ortasında hâlâ “ilkel
halkların” antropolojisinden bahsedilebilirken, “modern insanın” yaşam biçimi
yüceltiliyordu.[2]
Bu yaşam biçimi ise kuşkusuz Batı terbiyesi almış ve onun dînî ögelerini
taşıyan özellikteydi. Bugün örneklerini hâlâ görebiliyoruz. Ancak bu durum
muhaliflerini de kendisiyle birlikte yaratmakta gecikmedi: 20. Yüzyıl’a
gelindiğinde toplumların geleneksel sanat formlarını yansıtmada, kültürel
kimliği öne çıkaran bakış açısının özlemle yeniden kurmaya çalışmaları
şaşılacak bir durum değildi.
“Etnograf Olarak Sanatçı” başlıklı yazısında Sibel
Yardımcı’nın alıntıladığı üzere Hal Foster, Bertolt Brecht’in sanatçıyı
proleterya ile aynı safta olmaya çağırışına yeni bir açılım getirir:[3] Sanatın tekniğini dönüştürmenin,
proleteryanın yanında yer almaktan farklı olduğunu söyler. Bu noktada MOIFA’nın
oluşturulmasındaki temada göze batan bir özelliğe değinmek isterim. Küratörleri
MOIFA’yı geleneksel materyâlle donattıkları kadar, bu materyâlin yerini alan
çağdaş versiyonlara da yer vermeyi ihmâl etmemişlerdi. Estetiğin iletilmesi
noktasında bu olgu önem kazanırken, kültürün tıpkı dil gibi yaşayan kısımlarını
hissetmenin sırrı bu tür bir icraatta saklıdır. Antropolojinin kutupları
vurgulamaktan uzaklaşarak “insan bilimleri” anlamı kazanması da, bu şekilde yeniden
oluşturulan toplumsal değerler ve uygulanan yararcı politikaların sonucudur. Bu
durumda tıpkı antropoloji gibi, etnik kavramı da yeniden yaratılmıştır: 14.
Yüzyıl’da “putperest” ya da kabaca “bizden olmayan” anlamında kullanıldığı (gentile) İngilizce dilinde ethnic şimdi, üzerine pazarlar kurulan
gelenek belirteci bir kelime hâline gelmiştir.[4] Bu nedenle etnografya
kavramı da sürekli olarak yeniden tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır.
1970’lerde etnografya, günlük hayat pratiğini araştırma
alanı olarak algılanmaya başlar oldu.[5] Bugünse sosyal
araştırmalara etnografik yaklaşım, yalnızca kültürel antropologların işi
olmaktan çıkmıştır ancak disiplin olarak etnografya, antropolojinin çatısını
üzerine almayı sürdürüyor. Yine de etnografyanın karmaşık tınısı, bana göre hem
bir disiplin, hem bir metod, hem de elle tutulur bir “ürün” oluşundan ileri
geliyor. Sonuçta, etnografya alanındaki etnografik bir çalışmanın ürünü etnik
olanın kendisi değil midir? Etno – etnografi – etnik – etnografya sözcüklerini
tüm bu anlamlarda, sınırları birbiriyle içine geçecek şekilde kullanıyoruz.
Etnografların amacı kültüre “içeriden” bir bakış açısı
sağlamaksa[6], “halk sanatı” folk art’ın
“her günün sanatı” olarak tanımlanmasında ve MOIFA’nın bu alanı tanımlarken,
toplum ve kültürden gelen geleneklerin kökünü oluşturduğunu belirtmesinde bir
sakınca görmüyorum. Müzeye, zanaâtkâr bireylerin eserlerinin konulmasına karşı
çıkan görüşlere de; sözkonusu bireyin yaratıcı yeteneği toplumun özgün kültürel
kimliğini yansıtmakta ise bunun yapılabileceği şeklinde yanıt vermek istiyorum.
Arkeolojik eserler de zamanının etnografik eserleriydi. Halk sanatçıları
sanatlarını kimi zaman çıraklıkla, kimi zaman da resmî pratiklerle
öğrenmektedir ve bu yüzden onların halk dışında bir zümreyi temsil ettikleri bana
göre düşünülemez.
Türkiye’de etnografya alanının yukarıdakilerden başka
karmaşaları da bulunmaktadır: Etnografi, kimliğini çok kültürlülükten alan Kars
gibi bir şehirde bile, o kimliğin bunalımından şiddetle etkilenir: Folk art ve
etnografya kavramları üzerine düşünürken Türkiye’nin en doğusunda bulunuyorum. Kars
Arkeoloji Müzesi’ndeyim. Müzenin ikinci katı “Etnografya Katı” olarak isimlendirilmiş.
Etnografya katından birkaç vitrinin görüntüsünü zihninizde oluşturmak isterim:
Kronolojik olarak sıralamam gerekirse, 17. Yüzyıl çakmaklı tabancaları, 18.
Yüzyıl Türkmen yaşamından önemli ögeler (çadır çiti, tesi, çıkrık, kirmen vb.);
19. Yüzyıl’a ait hançer ve kamalar; 19. Yüzyıl sonlarına ait tüfekler… Bunun
yanında, eser sınıflandırmasında bir
çeşni oluşturarak “altın kakmalı islâmî kılıç ve kamalara” rastladım. Hemen,
etnografinin, çeşitli toplumsal grupların geleneksel sanat formlarını
yansıttığını ve bunu yaparken etnik, kabîlesel, dinsel, mesleksel, coğrafî,
yaşa ve cinsiyete göre sııflandırılmaya tabi tutulabileceğini hatırladım. Ancak
bu kılıçların ait oldukları zaman dilimi belirtilmemişti. Bunun yanında, 250
yıldan uzun süre Kars’ın üç köyünde (Atçılar, Çalkavur ve Yalınçayır - Zöhrab)
yaşamış olan[7]
Malakanlar ve Don Kazaklarına, Terekeme, Azerî ve Kürt kültürüne ait ögeleri
göremedim. Bahsi geçen “İslâmî yazılı kılıçlar” içinde de kent nüfusunun büyük
bölümünü oluşturan Azerî ve Türkmen inancı olan Şiiliğe dair bir iz bulamadım.
Kıyafetlerin sergilenişinde “Osmanlı” sözcüğünün açıklama olarak yeterli
görülmesi –yalnızca kemerlerde “Kafkas” açıklamasının eklenmesiyle daha da kafa
karıştırmaktaydı.
Yalnızca belli bir kökene ve dîne mensup toplulukların
eserlerini etnografya salonuna alıyoruz, düşüncesi; alt katı incelemeye
başladığımda pekişmişti: Alt katın zihinsel görüntüsünü oluşturan eserler, Ani
harabelerinden bulguların hemen yanında, 1970’te müzeye getirilen görkemli
kilise kapıları ve Hristiyan ögeler (haç, çan ve ikonalar) yer almaktaydı. İlginç
olmakla birlikte şaşırtıcılık sınırına varmayan diğer bir gerçekse, bu ikisinin
tam ortasında, mevlevîlikte önemli bir şahsiyet olan Harakanî ile ilgili
bilgilerin yer aldığı tablo ve türbesini tarif eden devasa haritanın yer
almasıdır. Harakanî, 1033’te öldüğüne ve etnografya katında 20. Yüzyıl (dahil)
eserleri gördüğümüze göre, Kars Müzesi’nin kronolojik bir sınıflandırmaya da;
etnolojik bir sınıflandırmaya da gitmediğini, ikisinin eksik bir mix&match’ini yaptığını
anlayabiliriz.
Benim görmek istediğim tablo alt katta merdivenin hemen başında başlayıp bitmekteydi:
12.
Yüzyıl’dan birer Selçuklu aslanı ve kitabesi, 19. Yüzyıl Osmanlı kitabesi ile
yan yanaydı. Hemen yanında 16. Yüzyıl’a ait Osmanlı kitabeleri mitolojik bir
hayvanın tasviriyle kol kola durmaktaydı. Antropologların sonraki işinin
buradaki hikâyeyi yakalamak olduğunu düşünüyorum. Sorulacak sorular şunlar olmalı: Etnografya
müzelerinin (ya da “katlarının”) bu şekilde düzenlenmesinde baş aktör
kimdir/kimlerdir? Müzede kendine yer bulamayan halk eserleri şimdi nerededir?
Bizlerin bu yazıları, araştırma ve vurgulamaları her zaman halktan ayrı bir
bölgede mi kalacaktır – müzeye konulmadığı için hiçbir zaman halkla
buluşamayacak mıdır?
Folk Art, dünya kültürlerini bir araya getiren yaratıcı
kişileri, bağlantıları teşvik eder. Biz henüz yanıbaşında yaşadığımız
topluluğun eserlerini ideolojik sebeplerle müzemizde sergileyemiyorsak, dünya
kültürünün bir parçası olmamız gerçekten çok zor.
[1] “The art
of the craftsman is a bond between the peoples of the world.”
http://internationalfolkart.org/about/our-history/ 21.05.2017 22:21
[2] Detaylı
bilgi için incelenebilir: Anahtar
Sözcükler, Raymond Williams, İletişim Yay. Anthropology başlığı
[3] http://www.e-skop.com/print.aspx?PageID=885 21.05.2017
05:07
[4] Detaylı
bilgi için incelenebilir: Adı geçen eserde Ethnic
başlığı
[5] The Interpretation of Cultures, Clifford Geertz, Basic Books, 1973
[6]
“insiders
point of view”, A Simple Introduction to the
Practice of Ethnography and Guide to
Ethnographic Fieldnotes, Dr. Brian A. Hoey, Marshall Digital Scholar
[7] Kars’ta Bir Etnik Grup: Malakanlar’ın Toplumsal Yapısı,
Orhan Türkdoğan, IQ Kültür Sanat Yay. Kitabının yayın bülteninden alınmıştır.